“Sevdiğin işi yaparsan, bir gün bile çalışmış sayılmazsın!”
21. Yüzyıl Avrupa toplumu iş ve oyun sayılacak etkinliklerin ayrımı konusunda çok net.
İş bir gereklilik; oyun ise bir ödüldür. Günümüz düzeninde ‘kalifiye’ bir insan olabilmek için okullarda erken yaşlardan başlayarak öğreniriz bunu. Oyun zamanı gelene kadar çalışırız sonra işin başına geri döneriz. Şu an 25 yaş üstü olan çalışanlar bu arayı teneffüs diye bilirler, sözlük karşılığı olarak temiz hava almak için verilen ara… Böyle söylersek işin nasıl bir şey olduğunu ima ediyoruz?
“Mutluluk nedir?” Terapi kültürünün kurucusu Freud da kendinden önceki büyük düşünürlerden uzağa düşmeyecek bir cevap veriyor: “Sevmek ve çalışmak, çalışmak ve sevmek”. Freud’un aktarımı bize mutluluğun bir döngü olduğunu söylüyor.
Dışarıdaki hayata tutunabilecek kadar bir şeyleri sevdiğimiz müddetçe hayatlarımız devam eder. Peki ya işimizi ya da çalışmayı sevmiyorsak ve temiz hava almak için verilen teneffüs denilen ara gelmiyorsa?
Günümüzün en trend isyanı başını alıp gitme, köye kasabaya yerleşme, organik tarıma başlama ve hayatını bu sadelikte sürdürme arzusu… Çekip gitme planlarımız bir suni teneffüs işlemi görüyor olabilir mi?
2006 yapımı Devil Wears Prada’da Emily karakterinin yoğun iş programı karşısında yüklü bir stresle bilgisayar ekranına bakarak “İşimi seviyorum, işimi seviyorum!” diye kendini telkin etmesi hepimize tanıdık gelecek bir andır.
Eski alışkanlıklarımızı terk etmek oldukça güç. Dış dünyayla tanıştığımız ilk an olan okul deneyimimizin formatı bugünkü iş hayatlarımıza bakışımızı şekillendiren asıl yerdir. Dünün temiz hava soluyabileceğimiz araların vaadiyle çalışmaya ikna olmuş öğrencileriyiz. O nedenle belki de asıl derdimiz çalışmayla değildir; bize vaad edilip öğretilenin bize ulaşmamasınadır karşı tepkimiz ve gitme talebimiz.
Yazan: Naci Doruk Çakmak, Uzm. Klinik Psikolog